6 Şubat 2011 Pazar

Paris güncelerimden...

Sene 2004... 

Türkiye’de okuduğumdan daha çok Turkçe kitap okumaya başlamıştım. Dile duyduğum özlemden mi? Hayır. Tam olarak kendimi başka hikayelerin içinde kahraman olarak görmek  istememdendi. Bu hayattaki rolümden sıkılmıştım. Aslında beni sıkan hayalkırıklıklarıydı. Belki başka serüvenlerde, başka yerlerde, başka zamanda karışık bir cinayeti çözen dedektifin başarısıyla tatmin olabilir; en güzel, en zor aşkları yaşayabilir; hic gidemeyeceğimi düşündüğüm uzak memleketleri görebilirdim. Bu yüzden kaybolup gidebiliyordum uzaklara, çok uzaklara... En güzeli  de bu değil mi? “Uzak”lara...Gidebilmek... İşte, başka dilde okuyunca aynı kurguyu oluşturamıyor, uzaklaşamıyor, “ben”i yakalayamıyordum. Bu durum, en zor ve en yoğun zamanlarımda bile beni kitapların orta yerinde yanılsamalarımla yaşattı. Yaşatmasına da izin veriyorum hala! Hayata karşı bir duruş mu(dur)? Belki de bitmedi(m) daha?
           
            Bazen bir mekana takılırsınız, zamanı anlamlı kılan o mekandır; bazen de zamana takılırsınız, mekanı anlamlı kılan o zamandır. Peki ya kelimeler..im..iz..? Zaman ve mekan arasında mekik dokur. Mekanı mı, zamanı  mı şımartır? Benim kelimelerim mekan kaygılı zaman yanlısı...
           
            Yıldırım gibi düştüm geceyarısına bugün! Korkunç bir rüyayla uyandım. Babamın gözlerinin güzel yeşilini gördüm, gülümsüyordu... Zayıflamıştı çok, beyaz fanilası  üzerinde.. Bir fotoğrafın içindeydi ama hareket ediyordu ve biz maalesef duyamıyorduk. Arkasından konuşur gibi kadının biri “Çok da çökmüş son zamanlariında " dedi. Kadına çok sinirlendim, suratının ortasına vurmak geldi içimden . Onun hareket edip  konuştuğunu sadece ben görebiliyordum, annem bir kenarda susmuş oturuyordu. Hayır hiç de  çökmemişti diye bağıracakken o arasıra maviye çalan hüzünlü yeşil gözlerine hapsoldum birden Bana uzunca baktı.. Kilitlenip kalmıştım.. Elimi uzatıyor ama dokunamıyordum.. Ağlayarak uyandım! Yatağımdan kalktım, bir bardak su içtim. Yeniden uyumaya korktum. Onu düşlerimde kötü görmeye korktum. En güzel rüyalarda görmeliydim, hakettiği güzelliklerle.. Dalmışım, elimde son okuduğum romanımla... 

            Sabah kalkamadım gitmedim okula. İşe başladığınızda bu lüksün olmayacağını bilerek sevinirken, diğer yandan da artık sınavlara girecek kadar öğrenci hissetmiyor ve bir an önce okulun bitmesini istiyordum.   Her zaman olduğu gibi çelişkilerin adamı olmaktan kurtulamıyordum. Aynı şekilde bazen kendimi çok güçlü hissediyor, beni yıkamayanların daha da güçlendirdiğini düşünüyor; sonra aptal bir şarkının birine takılıp ağlamaya başlıyor ve kendimi depresyonun orta yerinde buluyordum. Bu “gel-git” canımı sıkmaya başlamıştı. Aslında çelişkinin kendisiydim, çelişkinin ortasına işeyen de bendim... Kin olmasa da sanırım sinirliydim ona karşı... Giderken yaptıklarından ötürü olsa gerek!!! Suratım asıldı...  Aynada kaşları çatık kırmızı saçlı ben olmayan biri belirdi birden. Sonra birden günahkar yeşilin yüzümdeki yansımasını gördüm sandım. İçim ürperdi ve dedim ki kendi kendime :  

            Günahkâr yeşilin yansımasıydı
                        gözüme çarpan bakışlarında

            Bense nefretimin rengini yüzüme sürmüş
                        baktım gözlerine

            Nerden bilsindi aslında
                        yıldırım gibi düştüğümü yüreğine

            Ne(r)den bilsindi
                       soğumaya yüz tutmuş yüreği......
                                                           16.Ocak 2004
                                                                  Paris

            Birini  özler gibi değil ama hayatımın bir yerini yaşamamış gibi içim sızlıyor!!! (Murathan Mungan, “Üç Aynalı Kırık Oda”)
           


2 Şubat 2011 Çarşamba

Yollara dair...

Her yolculuğumda derin düşünceler sarar beni... Yola çıkmanın, hele de yalnızsan eğer, kendi özünde bir hesaplaşma problematiği oluyor... kendi içinde yani... ve sorna dışına da yansıyor tabi... uzun ve düşünceli bakışlar... kafadan geçen bir sürü anlamlı anlamsız düşünceler...her seferinde yapılan ve uygulanmayan planlar... "Nerden gelip nereye gidiyorsun ey yolcu" sendromu diyorum ben buna:) Biraz uzun bir sendrom ismi oldu ama ben kendim bizzat hayatı komplike hale getirmeyi sevdiğim için, keşfettiğim sendromum da böyle olsun bırakın!

Küçüklüğümden beri Türkiye'de ve Avrupa'da birçok yere seyahat ettim ve hala da sıklıkla ediyorum. Farkettim ki, arada aynı yerlere gitsen de yolculuk nedense sıradanlaşmıyor hiç. Belki de sadece bana öyle geliyor. Ama misal her Fransa'ya gidişim farklı duygular uyandırmıştır. Bu Ankara için de geçerli. Tamam hepimiz Ankara'nın İstanbul'a dönüşünü seviyoruz ama yine de giderken garip ama farklı bir düşünceler hortumuna dalıp savruluyorum ben. dedim ya belki de bende bir gariplik var. Aslında ben melankoliyi seviyorum :) Yolculuklarda da eğer ki yalnızsan hep bir melankoli vardır bence. Biraz hayatına dışardan bakma durumu yaratıyor, çünkü o vasıtada belli bir süre içinde olmak zorundasın, her ne kadar yola çıkmayı sen istemiş olsan da yolculuk kısmı biraz da zorunluluktur özünde. Asıl istenen gittiğin yer ya da gideceğin kişidir.. Arası sadece bir zorunluluk, bir geçiş... İşte o geçişte kendi kendime kaldığımda, birden melankoli basar bana.. Puslu bakışlar yapışır suratıma... Nedenli niçinli sorular sömürmeye başlar beynimi...Yaşanmışlıklardan arda kalanlar gelir aklıma.. vs vs...

İşin garip yanı da nedir aslında biliyor musunuz, yol bittiğinde kavuşulmak istenen yere ya da kişiye ulaşıldığında, bu melankoliyi sanki hiç yaşamamış gibi hayatı bıraktığın yerden devralırsın. Bir sonraki yolculuğa kadar...

İnsanoğlu garip yahu... ya da ben sadece :)

Hakkımda

Fotoğrafım
55...Hayalperest...Invisible hand'e inanmayan bir İktisatçı...Pinponcu... Sarı... Kırmızı... Arada da çelişki duvarına işiyor...