31 Aralık 2011 Cumartesi

İki binlerde on birden on ikiye...

Şubat ayında yazdığım bir yazıya baktım şimdi de... Bu yazıyı havaalanında yazmıştım.. ve şu an aynı havaalanında ve aynı yerde ve aynı bilgisayarda ve aynı sandalyede yazıyorum yine...

Yazı ekte...

Yine aynı duyguları besliyorum ve de kendime şaşıyorum... Bir senede insan hiç mi değişmez diye :)

Şaka bir yana iki binin on biri pek iyi geçmedi...
Neler neler yaşanmadı ki...
Hele şu son 6 ay...
Kelimelerin insanın ağzına büyük geldiği ve cümleleştiremediğim olaylar yaşadım...
Sustum... iyi şeyler olmasını bekledim...
Ama olmadı...
On ikiden umudum var...
Hayatı 12'den vurmak üzere bir yolculuk daha öncesinde... umudum var...
Haydi gel yüzümü kara çıkarma artık, utandır beni....
Haydi!!!



28 Aralık 2011 Çarşamba

Closer...

Uyanmanın bir işkence olduğu ve işlerin de inanılmaz yoğun olduğu bir günün ardından, dedim en iyi ne iyi gider (bazılarınızın buzlu viski ya da soğuk bir bira dediğini duyar gibiyim ama değil:) ee spor.. Uzun zamandır düzensiz spor hayatımı düşününce resmen kendimi Sergen Yalçın gibi hissettim :) Hafif göbek, sporda ukalalık ve az antreman yeteri kadar ortak payda bence :)))  
 
Aslında benim spor olayım takım sporları yapmak... Öyle saatlerce koşu bandıymış, bisikletmiş, mekikmiş bana göre değil... Masa tenisi, basketbol, futbol, tenis falan oynayacaksın; bir adrenalin, bir yarış, bir rekabet olacak, iddialaşacaksın... Sporun tadı bence öyle çıkıyor ama neyse konudan sapmayalım hadi... Zaten omzum arıza yapınca ben de zorlamayayım diye maalesef kardiyo ile idare etmeye çalışıyorum son 3 aydır... Çalışıyorum dediysem haftada bir gün ancak gidebiliyorum bu ara.. Bağışıklık sistemim maalesef her hafta 3 gün beni hasta yatırdığı için malum spora da ayıracak çok gün kalmıyor (haftasonu gitmiyorum valla onlar benim özel günlerim, dokunanı yakarım:)  

Şaka bir yana amacım bugün sadece 1 saat kadar kardiyo yapmaktı... Koşu bandının başına geçtim, kulaklığımı taktım... Dizilere falan bakayım dedim koşu bandının ekranından... Sonra bir baktım Moviemax'te "Closer" filmi başlıyor... Hayatımda aynı filmi 2-3 kere seyretmekten zevk alacağım filmler listem vardır... Closer'a da sinemada gitmiş ve ilişki çözümlemelerine bayılmıştım...Geçenlerde aklıma düştü 2. kere izlesem ya dedim ama unuttum gitti.. Birden filmi görünce başladım koşmaya :) haha şaka şaka zamanlaması tam benim koşuya başlama anıma denk geldi. Neyse efendim ben daldım resmen filme.. Film bitene kadar kardiyo yaptım mı 2 saat.. 2 saat büyütülecek birşey değil de filmden farkına varmadım valla zaman nasıl geçti. Filmdeki kıvrak diyaloglar ve ilişkiler konusundaki çarpıcı tespitler yine beni düşündürdü bir hayli akşam akşam... Offf dedim kendi kendime...(Offff : yani anlayacağınız durumu özetlemek istiyorum sadece bu şekilde:)

2. kere seyretmekten çok büyük zevk aldım valla... Sonra bir kaç film aklıma geldi hemen 2. kere seyretsem dediğim... Midnight in Paris, Trainspotting, Inception gibi.. 

Neyse ben bu esnada bu listeyi bir şekillendireyim, siz de filmin en çarpıcı ve de benim çok sevdiğim bir şarkıyı dinleyin (ki normalde müzikte erkek sesi tercihim hiç değildir:)  

İyi dinlemeler... ve geceler... 



 

(Ş) Aş artık...

Bu ara kendimi farklı zamanlarda "yazmak" ve "blog"la ilgili çok düşünür buluyorum. Bir nevi gazete köşe yazarı gibi belirli periyodlarda yazmam gerektiği hissine kapılıyorum ve yaşadıklarımı günlük gibi paylaşmak istiyorum. İçimde birikenleri dışa vurmazsam da gerçekten beynim/yüreğim patlayacak gibi oluyor.

İş/güç sarmalında kendimi çemberin içinde bulup, dışında hissetme sorunsalımı; cümlelerim gibi yaşadığım devrik aşkların bende bıraktığı sorgulamaları ve bunun yarattığı melankoliyi, çevremdekilere sinirlendiğimde, içime atıp susmamı vesaire vesaire sadece yazarak dışa vurup atabildiğimi farkettim. Hatta yazıp paylaşarak mutlu da oluyorum. Sanki düşündüğüm ama söyleyemediğim kelimelerim ve onların cümle içindeki halleri; itiraf edemediğim duygularımı, kızamadığım kişilere/şeylere duyduğum öfkemi ve akabinde onlara aslında söylemek istediklerimi ve aslında hayattaki yanılsamalarımı yazıyorum. Yazdıkça rahatlıyorum, rahatladıkça da daha çok yazasım geliyor.  Bu kısır döngü hoşuma bile gidiyor ne yalan söyleyeyim:)

İlk blog yazımı okudum da şimdi... Blogun adının neden "alacaklılar" olduğuna dair...

Bir hayattan alacaklı olma halim, bir kavgam ve bir isyan durumum var ya.. işte o belki de hiç bitmeyecek... belki aradığımı hiç bulamayacağım... bu hayattaki mutsuz mutluyu oynama rolüm hiç değişmeyecek.. ve evet hayat her geçen gün yaşattıkları ile şaşırtacak beni...


Belki de... Ne bileyim şaşırıyorsa(k) her gün, her an.... hayat aslında bu(dur)... belki de beklentilerin dışında ve kontrol etmeye çalışılanların haricinde yaşanıyor hep gerçeklik... belki de şaşırmamak lazım... gülüp geçmeyi bilmek lazım.. gül.. geç... gül(g)eç olmak...

Çünkü hayat hep yaşayamadıklarımız(mış) gibi geliyor.. ama aslında özünde bildiğin hayat "budur" be abi... Eee hayat bi (dur) da demek istiyor insan bazen biliyorum o ayrı ama yine de şaşı bak ama şaşırma artık be Ece diyorum :)

Aş bunları... 

Sanırsam yazdıkça biraz olsun aşıyorum.. "şaşma"larımı azaltarak...

İşte bu yüzden bu blog var...

22 Aralık 2011 Perşembe

2005...

Akşam akşam aklıma düştü...
Paylaşayım dedim.. bilmeyenler için...

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/12/11/uluc.html

19 Aralık 2011 Pazartesi

Kırmızı pazartesi...

Şu an oturduğum eve taşınmadan önce evi gezmeye geldiğimizde, ev resmen inşaat halindeydi.. Yeni ev sanmayın, evin içinden bahsediyorum sadece! 

Neyse efendim annemin gel zaman git zaman Ortaköy'de edindiği ahbapları sayesinde bu evin kiralık olduğunu öğrendiğimizde; ev sahibi ile tanışıp, evi görmek için geldiğimizde 3 şeyi çok net hatırlıyorum : birincisi, deli gibi yağmur yağıyordu; ikincisi, ev sahibi çok kibar bir adamdı ve üçüncüsü de ev dökülüyordu!! 

Annem başından beri evin tadilatı bitince güzel olacağını, büyük bir ciddiyetle savunduğundan, beni ikna etmek için de yapmadığını bırakmadı. Ben de bir önceki evimin çok küçük olması, mevsimlerden kış olması ve eski ev sahibimin çirkefliği yüzünden bir an önce ev bulmak istediğimden peki dedim. Peki dediğimde misal banyo sadece tuğlalardan ibaret idi :) Neyse ev sahibimi ilk gördüğümde aldığım elektrik ile evin güzel olacağını düşündüm ki hakkını yiyemem sonu güzel bitti ve bana çok da yardımcı oldu bu süreçte. 

Bu arada bir ara konuşurken bana alt komşumdan bahsetti, tam bir İstanbul hanımefendisi olduğunu, tek başına yaşadığını ve de kesinlikle tanışmam gerektiğini söyledi. İlk başta korkmuştum valla, malum bana gelen giden çok arkadaşım olur; geç saatlere kadar rakı sofraları, maç muhabbetleri vs... Dedim gürültü ile ilgili kesin sorun olacak!!  Neyse sonra tanışmaya indim. O kadar zarif bir duruşu, tavrı ve konuşması vardı ki, o an ev sahibimin bana ne demek istediğini ve benim de çok şanslı olduğumu anlamıştım ne yalan söyleyeyim!

O gün bu gündür, sürekli telefonlaşır ve birbirimize ziyarete gider geliriz. Bir şeye ihtiyacı olsun olmasın beni arar, hal hatır sorar; ben canım sıkkın olunca ya da bir görmek isteyince ona uğrarım ve bana bir Campari ikram eder genelde... beraber içeriz.. kendisi 70'lerinin sonunda...

Tek bildiğim tatlıdan yani "Tiramisu" yapınca ben, ona da birkaç dilim götürürüm, o da aynı şekilde hazırladığı yiyeceklerden bana getirir. 

Düşünüyorum da ağızda güzel tat bırakan bir aromalı kahve ya da likör gibi bizim arkadaşlığımız!

Bu akşam da eve girerken bir ağırlık vardı üstümde.. hafta sonu yorgunluğu vs... tam üst kilidi açtım ve anahtarı alt kilide sokacakken dedim uğramam gerek; malum görüşmedik ne zamandır. Kapıyı çaldım. Davetsiz misafir olarak gittim bugün aslında ama yine de o beni gördüğünde yüzünde beliren hoş bir tebessümle, bana kapıda hoşgeldin deyince benim enerjim yerine geldi valla. 

Garip ama çok değerli bir dostluğumuz var aslında... Yeri geliyor kitap konuşuyoruz, yeri geliyor ilişkilerden...yeri geliyor basitçe dedikodu yapıyoruz :) Kendini evinde hissetmek tabiri vardır ya.. işte ben kendimi çok rahat hissediyorum onun yanında... Kendim oluyorum... Rollerimden sıyrılıyorum... 

Komşum gibi, yanında iyi hissettiğim insanların yanına gidiyorum artık...

Beni iyi hissettiren mekanları tercih ediyorum... 

Keyif veren müzikler dinliyorum... 

Ağzımın tadına yaraşacak yemekler yiyorum...

Bana iyi gelenlerle, bana iyi gelen içkilerden içiyorum... 

O zaman bir Pazartesi akşamı Yael Naim eşliğinde komşumla bir kadeh Campari içiyorsam keyfime diyecek olmaz sanırsam :)  

Yanımızda da... :)

18 Aralık 2011 Pazar

Tesadüfler...

İlginç tesadüflerle geçen bir hafta oldu...
Güzel sonuçlarına inşallah :)

15 Aralık 2011 Perşembe

Blog önerisi...

Keyifli bir site... keyifli bir insan orası da belli..
Çizdiklerinin yanına, dudakta tebessüm bırakan şarkılar da yapıştırıyor...
Tavsiye ederim.. 
 
cokabook.blogspot.com

Bu şarkılardan bir tanesini de siz buyrun...


Yine mi...

Canım sıkkındı bugün çok... abuk sabuk şeyler... 

İşten çıkmadan önce biraz nazlanmak, biraz da dertleşmek için annemi aradım... Ankara'ya gelecek misin dedi bir ara.. Dedim bilmiyorum ama rakı içmeye gelirim belki akşam dedim :) hatta Ankara'ya geldiğim son bayramdan beridir de rakı içmedim zaten dedim.. Ee o zaman eve giderken al rakını, biraz da hazır meze; git evinde keyif yap, iç 2 tek dedi :) İyi fikir dedim, anne sözü dinledim... İnsanın böyle annesi olması da iyi bir şey yahu dedim içimden :)

Her zaman dinlemem aslında anne sözü de işime gelenleri tereddütsüz dinliyorum sanırsam :D  

Eve geldim.. bugün de evde temizlik vardı.. ev de mis.. koydum bir kadeh Tekirdağ... yanında zeytinyağlı dolma, kısır, beyaz peynir, yoğurtlu semizotu, közlenmiş biber ve biraz da zeytin.. 2 dilim ekmek... Sarı kırmızı çiçeklerim ve 2 adet de mum :) 


Her zaman olmasa da arada böyle yalnız içmeyi seviyorum! Hele de melankoli basmışsa...

Kendimi garip düşüncelerde bulunca... işler ters gidince... çaresiz ve sıkışmış hissedince.. konuşmak ve dertleşmek bile istemeyince.. içim dışım yorgun olunca... 

İyi gidiyor be rakı... ama sonra bazı şeyleri düşününce de sağlık olsun be ya diyorum!  N'olacak.. vardır herşeyin bir çaresi... öyle ya da böyle bir şekilde bulunur moduna geçiyorum.. keyiften içmeye başlıyorum sonra da :D yaman çelişki ve rakısal ilişki durumları yine :D

"Canın sağolsun.. yine mi güzeliz yine mi çiçek" diyorum sonra!...

Fonda da açtım mı bu şarkıyı.. oh daha ne olsun... 

Ee rakılar buzlu olsun :D


14 Aralık 2011 Çarşamba

Acı var Rocky!

Yok azizim yok...  

Bu bankacılık oyunları, bu döpiyes olayları, kırışmamaması gereken gömlek falan.. Yok yok bana göre değil valla.. Bir kere daha anladım bu akşamki kokteylde:) Zaten zorla anlattı bana topuklu ayakkabılar "Acı var Rocky!" moduyla. 

Binbir zahmetle durmaya çalış o yüksek ökçelerin üstünde.. Ee sonra senin olmayan paralardan konuş, ne olacak bu Avrupa'nın, ekonominin hali mevzuları... Cari açık almış başını gitmiş muhabbetleri, ee bana mı sormuş giderken almış gitmiş işte ne güzel... ne âlâ...  

Bir yandan da malum bir fransız firmasında çalışıyorsun, piyasalar belli, ee sorular da geliyor ve o sorulara diplomatik cevaplar vermen lazım... Ee yiğitliğe de bok sürdürmek olmaaaz.. Sanırsın ki "Cumhurbaşkanı"sın; bir ciddiyet bir ciddiyet anlatıyorsun çakma bir ekonomist havalarında... Tamam okuduk ettik tüm iktisat teorilerini, Keynes'inden, Adam Smith'e.. Pareto'sundan, ortadox görüşe, beklentilerin nasıl etkilediğine, yatırım tasarruf eğrilerine kadar vs.. Ama hani zaten işten çıkmışsın bir kafa dağıtasın var; bu esnada çok pis dedikodu yapasın geliyor; bazılarının kıyafetlerini, saçlarını görünce; deli gibi gırgır geçesin, alkolün dibine vurasın geliyor tabii ama istifini de bozamıyorsun... Ee baktım zaten etrafta yakışıklı erkek de yok... Zaten Türk bankacılık sektöründeki erkeklerin durumu üzerine valla tez yazılır:) 

Neyse azizim "merhaba nasılsınız ben şu, şu bölümden, daha önce karşılaşmıştık" nezaketleri, elde şarap kadehi, aperatif birşeyleri yerken aman rujum bozulmasın, komik bir şekilde ağzımda yuvarlamayayım diye şekilden şekile girmeler... Kürdanla nazikçe almaya çalışmalar.. O esnada elde çanta var malum onu da bir yandan taşı, bir yandan kartvizit çıkar.. Off azizim.. Ben nerdeyim yahu oluyor insan.. ben bu hallerde olacak kadın mıydım diyorum? :) Hani sevdiğim işi yapacaktım, hani ben hayatta bankacı olmayacaktım.. Tamam  evimin kadını olmak gibi de bir derdim hiç olmadı ama yine de buralar da bana o kadar yabancı ki dedim yine bu akşam.. Resmen fransız kaldım.. hem de fransızca bilmeme rağmen yani:) Hani rüyalarında bir yere, bir kişiye ulaşmak istersin de bir türlü ulaşamazsın, bir türlü yakalayamazsın ya.. işte öyle bir şey... bir gitmeler geliyor ama gidemiyorum.. bir nevi karabasan.. ee bari biri gelse beni çekse çıkarsa diyorsun bir nevi tembellik bir adamsendecilikle ama yok o kahraman harika adam da yok malum ortalarda...kahraman gelse gelse beni daha da dibe iter bende bu şans varken (derken bir karikatür aklıma geldi ama paylaşmayacağım şimdi:)  

Off off azizim derdim büyük.. yaradan daha büyük dert vermesin tabii de..

Aslında bu akşam "Alt" adlı mekanda Yavuz Akyazıcı Project'e gitmekti niyetim.. Yahya Dai'yi yani eski mesai arkadaşımın eşini de zaten ne zaman dinlemek için niyetlensem ya hasta oluyorum ya da iş yemeğim çıkıyor.. Yok azizim şans yok bende:) Resmen bu akşam plazadan taksime ışınlanmak istedim ama malum olmadı.. zaten kıyafet ve dekor da müsait değildi :) 

Neyse azizim bir iş günü daha böyle bitti.. Bir varmııış bir yokmuş şeklinde :) 

Ben bir istihareye yatayım bari belki orda kahramanım beni bulur da alır görütür harikalar diyarına :) Off bir de şu ayaklarımı sirkeli suya mı soksam napsam :) 

Neyse ben şu şarkıyı dinleyip öyle yatayım bari :D 


12 Aralık 2011 Pazartesi

Hayatımın nakaratı...

Yazmıştım daha önce de...
Herşey değişmiş, ama nakarat kalmış söylüyorum aynen :)) 



Her geleni yoksayıp darlanmaksa benim tarzım
Her gelene hırlayıp harlamaksa farzım
Her gidenin ardından ahlanmaksa arzım
Belki de bana benim gibi bir ahmak lazım :)

Eser mi(yim)?

Spor aşığı bir babanın kızıy(d)ım... Atletizmin ve fotbolun yeri çok ayrıydı babam için. Olimpiyatları pür dikkat izlerdi. Maçları ise hiç kaçırmazdı. Sıkı bir Galatasaray taraftarı idi. Üniversitede okurken evi aradığımda babamla dakikalarca spor konuşurduk ama ana gündem hep Galatasaray'dı. Beraber çokça da tenis maçları seyrettik. Tuttuğumuz oyuncular vardı (Agassi ve Navratiolava:) ve onların Grand Slam maçlarını hiç kaçırmazdık. Babam, gençliğinde çok istemesine rağmen bir takım ailevi sebeplerden dolayı spor yapamamış olmasını, abimleri ve beni spora teşvik ederek telafi etmek istemişti.   

Büyük abim voleybol oynuyordu ben kendimi anlayabildiğim yaşlara geldiğimde:) Küçük abim de maymun iştahı ile, futbol (kaleci idi), masa tenisi, voleybol, basketbol, hentbol oynadı ayrı ayrı dönemlerde. Başka branşlar da olsa okulunda, kesin onlara da dadanırdı herhalde. Gerçi işin komik yanı sonra gitti konservatuarda "Batı Müziği" okudu :)

Tekne kazıntısı olduğum için, ilkokul yıllarının başında benim sosyal hayatım üzerine baskılar da başladı tabii: acaba hangi sporu yapmalıyım; yoksa müziğe mi eğilmeliyim, keman mı çalmam lazım ya da gitarla mı başlasam vs şeklinde.. Sonuçta okulun basketbol takımı popüler olduğu için İlkokul 2'de basketbola başladım:) 2 sene sonra ortodonti tedavisine başladığım için basketbolu bırakmak durumunda kaldım. Babamın yakın bir arkadaşı masa tenisi antrenörü idi ve ben de öylesine spor olsun diye masa tenisine geçiş yaptım, İlkolul 5'te... Ama bu esnada da sırası ile mandolin, flüt ve bağlama kurslarına da devam ettim. Çünkü annem de müzik aşığı bir kadın oldu hep... Dolayısıyla da aklımın bir köşesinde de hep müzik vardı. Masa tenisine başladıktan 2 sene sonra Minikler kategorisinde Türkiye 1.si olunca milli takım kampları, maçlar derken masa tenisini hiç bırakamadım. Hala ayda bir deplasmanlara gidiyorum ve top peşinde masa başı oyunlarındayım:) Müzik olayına geri dönersek, üniversite zamanlarında müzik gurubumuz vardı aslında ve ben solistlik yaptım, bir sürü de konser verdik. Hatta yine üniversitenin Müzikal Klübü'nde 2 sene şarkı söyledim.. Çok güzel anılarım oldu ama müziğin hakkını hiç tam olarak verebildiğimi düşünmedim. Daha iyi olmam gerektiğini bildiğim an soğudum sanırsam.

Neyse, malum aile sporla iç içeydi (tdk.gov.tr'ye baktım hemen "iç içe"yi doğru mu yazdım diye, malum Türkçe konusunda da acaip takıntılıyımdır.. ayrı yazılan -de'lere, soru eklerine vs de hastayım belirtmeden geçemeyeceğim:) neyse.. sporla iç içeydik ama hep sarı kırmızı olduk. 35'lik abim sırf beni sinirlendirmek için (artık nasıl keyifli ise siz düşünün!) Fenerli gibi davranırdı ve beni uyuz ederdi. Ondan uzun bir süre nefret ettim.. Yaptığı şakalar ve hınzırlıkları, hikayelerini beni tanıyanlar iyi bilir.. Az yaramaz değilmiş zaten çocukluğunda da.. İlkokulda dersi asıp sinemaya giden çok kişi tanımadım zaten :D

Özetle Galatasaraylı olmam babam sayesindedir... Sporla hep iç içe olmam da...  Babamın benden istediği ve benim yapamadığım tek şey hala Kuzey Avrupa ülkelerinde yaşamıyor olmam :) Oralara gitmemi isterdi hep.. Akdeniz ülkelerini sevmezdi... Onu kaybettikten 1 ay sonra Paris'e master'a gittiğimi bilse ne derdi acaba. Benimle gurur duyardı tabii ama yine de  herhalde ah keşke İsveç'e gitseydin falan derdi... Hayat işte... Herkes neler istiyor ama hayat seni nerelere götürüyor, nerelerde bırakıyor ve sonra seni oralarda unutuyor...Garip.. Vapurlar falan :D 

Spor, hayatımda çok önemli yer etse de; ben iyi müzik dinlediğimde, keyifli insanlarla bir arada olunca, sevdiğim insanlarla muhabbet ettiğimde ve onlarla rakı içince, ailemle bir arada olduğumda (babamın eksiliği hep hissedilse de tabii), güzel tat bırakan kitapları okurken bir kadeh şarabın eşlik ettiği akşamlarda, güzel bir filmden çıktığımda çok mutlu oluyorum. Ufak şeyler aslında :) Bu blogu okuyup birileri kendini iyi hissettiğinde ya da yorumlarda bulunduğunda ya da "eğlenceli" veya "ilginç" dediğinde vs.. bana o kadar iyi geliyor ki...  Birden aniden değişiyor ruh halim... Spor haricinde de o kadar çok şey var ki beni iyi eden diyorum...

Mesela bugün uzun zamandır iletişimde olmadığım bir arkadaşıma mail attım, en son onu 2003'te Ankara'da görmüştüm... Yurtdışındaydı  uzun bir süredir.. Yanına gitmek isteyip gidememiştim.. memlekete dönmüş tesadüf, sonrasında aradı beni konuştuk.. O kadar iyi geldi ki.. Uzun zaman sonra uzaklardan bir insanın sesini duymak! İyi geldi.. O dünyayı gezecekmiş şimdi..Zaten 1 senedir de çalışmıyormuş.  Sonra Hindistan'a gidip iş arayacakmış.. Valla peşine takılasım geldi bir an bir delilik yapıp resmen :) Ne güzel.. Hayat böyle işte.. Anlık.. İnsanın aklına eseni yapması ne güzel aslında.. Anlık yaşamak.. Eser mi eser..

Dur ben bir bavul yapayım o zaman :D

Hahaha desem de inanmayın... şaka şaka ancak bir kadeh viski koyarım ben maksimum bu yazının üstüne:))
Ama keşke gitsem.. dedim bir an... 

Haydi şerefe! Mucks..

P.S. Resim 2000 yılının doğum günümde çekilmiş.. Öperim :D

EcE 

11 Aralık 2011 Pazar

Şaşı bak şaşır :)

Süper keyifli bir video bence, paylaşmak istedim... 
Buyrunsss


Mikser...

Bir arkadaşımın Kabotaj Bayramı hediyesi olarak bana almış olduğu (dalga geçmiyorum, kitabın ilk sayfasına öyle yazmıştı:) Yeşim Türköz'ün  "Büyü Dükkanı" adlı kitabını okudum. Büyü Dükkanı (Magic Shop) aslında psikodramanın en popüler tekniklerinden biriymiş ve ben de bu vesile ile öğrenmiş oldum. Bu dükkan mucizelerin gerçekleştiği bir mekanı temsil ediyor ve orada hayattan istenilen her şey alınabildiği gibi, istenmeyen şeylerden kurtulmak da mümkün oluyor. Kitapta büyü dükkanının satıcısı ile müşteriler arasında geçen dialoglar yer alıyor ve müşteri yapılan pazarlık sonucunda uygun bedeli ödediği takdirde hayatta en çok istediği şeye sahip olabiliyor. Bir nevi takas aslında.. Korkularını yenme isteği için hırstan vazgeçmek gibi.. Konu "hayatta en çok istediğiniz şey, hayattan alabileceğiniz en iyi şey midir?" sorunsalında dönüyor.

Psikodramada kullanılan bu teknik aslında gayet düşündürücü sonuçlara çıkarabiliyor insanı. Kitap, farklı öykülerle bu tekniği anlatmaya çalışmış ve insanı sorgulamalara yönlendiriyor olsa da; kitabın ebedi anlamda çok zayıf olduğunu söyleyebilirim. Keşke daha lezzetli bir tat bıraksaydı bitirdiğimde...

Fikren ne için nelerden vazgeçebilirdim ya da nelerden vazgeçtim bu zamana kadar vs diye düşüneyim bari ben... İster istemez fırsat maliyeti (opportunity cost) kavramı geliyor tabii insanın aklına hemen. Büyü dükkanına gitsem ne isterdim acaba diyorum..

Bir nevi manevi tahlile başladım:)

Ha bu ara çok lazım sanki o ayrı da işte ne bileyim mikser beynim karıştırıyor yine ortalığı...

Haydi size çırpılmış ve kıvama gelmiş iyi pazarlar.. 

Sade...

Artık sonu hayal kırıklığı olmayacak şeylere inanmak ve bunun şansına sahip olmak istiyorum...

Sad(ece)...

Hakkımda

Fotoğrafım
55...Hayalperest...Invisible hand'e inanmayan bir İktisatçı...Pinponcu... Sarı... Kırmızı... Arada da çelişki duvarına işiyor...