29 Ağustos 2011 Pazartesi

öyle birden içimden geldiği gibi.. makyajsız...

Maddi anlamda çok rahat bir çocukluk geçirmesem de gayet şanslı bir çocuktum aslında.. Mahallede futbol, yakantop, saklambaç oynadım (evcilik hiçbir zaman). The Doors ile ortaokulda tanıştım.. Sabah gazetesi çekilişinden bisiklet çıktı bana ve gezdim tüm sokakları.. Her yaz Yalova'ya halamın yazlığına gittik... Çok yakın dostlarımdan birini orda edindim.. Erkek arkadaşlarımla tanışmak isteyen ve her yaşta yaşanması gerektiği şeylerin olduğuna inanan ve bunu bana ilk erkek arkadaşım olduğunda söyleyen ve de beni hep dinleyen bir ailem vardı.

Spor yapmam teşvik ediliyordu.. Önce basketbol, sonra tesadüfen masa tenisi maceram..ki bu esnada bir abim voleybolcu idi, diğeri de maymun iştahı ile sırası ile futbol, masa tenisi, hentbol, basketbol oynadı.. ve de işin ironik yanı sonra konservatuar okudu :) 

İki abime de hep hayranlık duydum.. Yaş farkı biri ile 7, diğeri ile 10 yaş olunca belki de normaldi... eee babama olduğu gibi.. hayatımdaki erkeklere aslında belki de direk.. bilmiyorum..Ama aslında 35lik olandan (öyle adlandırır ufak olan kendini) çok çektim valla.. offf ki ne of... Haylaz bir çocuk olduğu için aslında, kişisel sorunu yoktu benimle.. Onun hep hayatla kavgası vardı ve hayatı "ti"ye alarak yaşadı ve hala da öyle yaşıyor.. Ama malum çocuksun o dönem:) Bunu anlaman zor.. Ben 5 yaşındayken benimle oynasınlar diye kız arkadaşları ile sinemaya gitmelerine izin vermeyip evin anahtarlarını saklayınca; benimle, bana "kızıldericilik" diye adlandırdıkları garip oyunu oynayıp, beni kendi ranzalarına bağlayıp ve hatta ağzımı da bağlayıp (ki bu esnada da anahtarların yerini söylemiş olan saf çocuk bana bir alkışşşşşş) gittiklerinde anlamam gerekirdi erkeklere hiçbir zaman inanmamak gerektiğine :D Şanslıymışım yani o yaşta bunu gösterdiği için birileri :) Ama anladım mı.. hala çok zor nedense...    

Spora gelince.. Masa tenisinde Samsun'da iyi oyuncu olarak o zamanlar sadece erkekler olduğu için, onlarla sürekli antreman yapmaktan dolayı, hiçbirşeyden eksik kalmamam gerekiği bilinci ile, ilgilenmem gerektiğini düşündüğüm futbol da böylece girdi hayatıma..Şu an her önüme çıkan adamla futbol konuşabiliyorum.. Zevk alıyorum görünce o suratlarındaki şaşkın ifadeyi.. "Nasıl yani kombinen mi var?" "Avrupa liglerini mi takip ediyorsun" :)))) Bir hayrını görmedim ama olsun yine de o şaşkın ifadelerine değer :D Hhahahaha... Ben sevmişim gerisi yalan aslında... 

Sarı kırmızı zaten ailenin yüreğindeki dövme idi doğuştan.. Ben de o yoldan ilerledim...Kazındı yüreğime ve de sırtıma (tanıyanlar bilir)..Hatta Galatasaray Üniversitesi'ni kazanınca babam Ortaköy'den Beşiktaş'a kayıt sonrası dönerken şöyle demişti hiç unutmam : "Zaten Galatasaraylıydın ama şimdi tescilli Galatasaraylı oldun".. 

Babacım.. Umarım iyisindir ve cadı kızını görüyorsundur neler yapıyor diye ve yanlışlarıma kızmıyorsundur!! .. nolur kızma...

Anneme gelince... Arkadaş oldu bana hep.. Garip bir şekilde de olsa küçük bir şehirde, büyük şehirlerde yaşanmayacak bir aile ilişkim oldu.. Çoğu arkadaşım hala gıpta eder buna...Annemin de çok emeği var..

Sporda da şansım çok yaver gitmemiş olmasına rağmen ite kaka 5 sene milli takımda oynadım.. Ortaokulda milli takımla ilk yurdışı maceram.. İspanya'ya gittim.. ilk yeşil pasaport alışım... İspanyolca kelimeler öğrendim ortaokulda.. nasıl bir hava idi benim için :) 

Ama yine de büyüyünce  insan hep eksik olanları hatırlıyor... 

Hep evet çocukken:  

Barbi bebeğim olmadı
Comodor 64'üm olmadı (nasıl yazıldığını hatırlamıyorum ama olsun:)
Bayramlarda annem kıyafet dikti marka giysiler alamadık 
Tatile güneye ya da yurtdışına gidemedik 
Babam sevgisini göstermedi bilmemize rağmen
Tenis öğrenmeme fırsat yoktu
Büyük şehirde yetişmemiştik 
Arabamız olmadı 
vs vs...

Hep bunları hatrırladım.. Hayat bizim dışımızdakilermiş gibi geldi hep.. Ama...

Ama şanslıyım bunu şimdi anlıyorum..

İşte bu son, kendime kaldığım zamanlarda anlıyorum... ve mutluyum.. 
Baba bunu duy ve bil lütfen.... 

Bak resimdeki suratımdan da belli oluyor aslında, masumca:) 

Cadı kızın EcE
 


28 Ağustos 2011 Pazar

Unuttum...

Tatile gidip döneceğim yazacaktım geçen hafta.. unuttum..
Ee o zaman tatile gittim ve döndüm yazayım bari:)
Dinlenmiş kelimelerimle görüşmek üzere...
EcE

19 Ağustos 2011 Cuma

Cila...

Hayatımda rakı sersemliği yaratan her olay sonrası cila birası içmem de sorgulanması gereken bir durum....

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Paris'ten yazılmış küçük bir hikaye*

Metrodayım.. Saat gece 12'yi geçmiş.. Yalnızlığın yalın halinde, metronun camına kafamı yasladım ve daldım düşüncelere. Garip ama güzel bir metafor geldi aklıma... birden.. Bunu unutmamalıyım, bir kenara yazayım dedim ama sonra düşündüm ki yanımda ne kağıt var ne de kalem. Bu kafayla direk unuturum zaten.. Yazık... Bir metafor daha yazılmadan ölmüş oldu...

Hiçbir zaman bacakların birbirine değmeden oturul(a)madığı, asık suratların kesiştiği, karşılıklı dörtlü koltukların ters istikamete bakan tarafının sağındaki koltukta oturuyorum. Metroda ters oturduğumda hep geçmişime doğru gidiyormuşum gibi eskilere dalıyorum... Alegorik... Karşımdakiler kitap okuyor. Saatler 00.30'u vurduğunda... Eee malum içmediler benim gibi herhalde dedim; ağızlarında ucuz şarabın tadı, uyuşuk bir beyin, yarına çoktan uyanıp aklın dünde kalması gibi çelişkileri yok ki diye düşündüm.

Hat değiştirip son hedefe doğru yöneldiğimde bir an önce odama varma isteği, uyku haliyle karışmıştı. Yarın sabah iyi bir iş (kime ve neye göre) bulma amacı için yapıyor olduğum "master"ın son derslerinden biri var.. Sabah 9'da... Bıkmışlığın son demlerinde kafamda once soru(n)..."Gel-git"lerim tuttu yine.. Gitmeliyim... Gitmemeliyim... Gel-gitler.. Bunları düşünürken metro durdu birden iki durak arasında... Aynı benim gibi.. Arafta... Saat 00.40!. Dün Madrid'de metroda patlayan bombalar aklıma geldi birden... Bu yaşananlar bende metrodan uzak durma isteği yaratsa da, metroya bindiğimdeki heyecan da hoşuma gidiyordu aslında.
Kan kırmızısı...
3 ay öncesi...karmaşa...
Uzak...lık... hissi...
Bilek...
Derken tıkış tıkış kalabalık içersinde birinin bana çarpması ile kendime geldim.. Bir de baktım ki gelmişiz. Kalabalığın içinden tereyağından kıl çeker gibi kendimi sıyırdım başkalarından.. Keşke kalabalıktan sıyrılır gibi düşüncelerimden de sıyrılabilsem öyle birkaç adımda dedim. Manevra yaparak, kimsenin ayağına basmadan, pardon diyerek, kimseyi üzmeyerek, kapılar kapanmadan, geç kalmadan... Keşke çıkabilsem bu pis düşüncelerimden de metrodan çıktığım gibi... Keşke...

Paris'e geleli 6 ay olmuş... Tüketim toplumlarının müthiş zaman tüketimi beynimde yaşamı bir uğultu olarak algılamama sebep olmuş. Zaman, mekanı da beni de (u)yutmuş. Sadece kendini şımartmış.

Elimde boşluk hissi var...
Avuçlarda yitirilen tenler... "Gitme"ler.. Hali hazırda poşetinde son kullanma tarihleri yakın olan bedenler, dost kalmak isteyen küçük beyinli eğreti sevgililer... Her ilişkide yaşanmamışlık ve bitmişlik hissi, nasılsa gidecekler, hiç gelmemişler, birden geri çekilmeler, korkular, ağlamalar, rüyalar, rüyalardan kan ter içinde uyanmalar ama aslında hep rüyaların içinde olmalar...
Peşpeşe içilen tekila gibi hayalkırıklıkları.. sek... yaşamın limon ekşiliği ve buna tuz eken son sevgili...
Uyuşan beyin..
Ee zaten hep uyuşuk artık beyin...

Kahpe İstanbul'u düşündüm sonra bir an.. Özledim mi? Bilmiyorum... Paris'te mutlu muyum peki? Sanki hayır... Ama dönemem de şimdi geri.. Düşüncelerim çok ıslak İstanbul için... durulmuyor.. kurutamıyorum... üşütüyor haliyle bir süre sonra ama dönemem... Paris'in fakir zenginliği, İstanbul'un zengin fakirliğine tercih ediliyor.. Aslında burda insanlar o kadar bencil ki... Burda herşey poşette.. hazır.. tüketilmeyi bekliyor.. hemen.. vakit kaybetmeden... emeksiz... sistem kölesi olmuş herşey... Hali hazırda poşetlerinde duran tüketilmek üzere elde edilmiş sevgililer de "hazır". Birden farkettim ki aşklarımın üzerinde de şu tarihten önce tüketilmelidir yazıyor(muş) hep... 1 ay sonra midemi bozacak aşklar yaşamışım yıllarca? Garip...  

Tüketimi tüketmenin kelime sarhoşluğuna içeyim odama gidince bir kadeh daha...

Metrodan çıktım. Ama Paris metrosunun o iğrenç sidik kokusu içtiğim şarapla birleşince içimdeki kötülükler dışa çıktı.. Yurttaki odama girer girmez... Kırmızı... Akan şarap... Kan gibi...

1 kadeh daha koydum.. ama bardağı alıp fırlatasım geldi duvara.. Telefonu kapattım... İlk kez... Belki arar diye açık bırakılan, her çalışında heyecanlandıran telefon ilk kez kapalı... Duvardaki Çığlık resmini, İstanbul karelerini ve onun fotoğrafını yırtmaya başladım.. Dolaptaki yarım şişe şarabı tekrar elime almaya çalışırken yere düşürdüm.. Kırmızı.. yerler.. kan kırmızısı.. kan kokusunu özledim... Dört duvar.. resimler.. kırmızı... ilaçlar.. kan kokusu... kırmızı ilaçlar...

Herkesin duyduğu ama aslında kimsenin dinlemediği, hüzünlü bir şarkıyım Paris metrosunda... sadece tek bir vagonda dinlenen ve artık sözleri olmayan...


Mart 2004
Paris

12 Ağustos 2011 Cuma

Yine aylardan Ağustos...

Ağustos ayı kayıp ayıdır benim için..
Eksildiğim aydır..
Tek bir gününde bu kaybı yaşamış olsam da bütün bir ay onun, eksilmenin hüznünü taşırım..
Taşımak isterim..
Hatırlarım anılarımızı...
Konuşmalarımızı... 
Söyleyemediklerimi..
Yaşayamadıklarımı...
Beraber içtiğimiz rakıları...
ve hayaller kurarım.. hayallerimi yaşarım bir aylığına da olsa..
Beraber rakı içiyormuş, memleket meseleleri tartışıyormuş,
yeri gelip futbol konuşuyormuş gibi, ne olacak bu Galatasaray'ın halleri gibi..   
Yaşarım hayallerimi seninle..
Sonbahara iyi bir geçiş yapmak için...
İki gündür İstanbul, havası ile de bana yardımcı oluyor..
Ne güzeldir bunları yaşarken Ağustos'ta ıslanmak ve seni hissetmek...
İliklerime kadar..

O zaman bu satırları bir Can Yücel şiiri ile bitirelim.. Ne de olsa o da bir Ağustos gününde çekip gitti aramızdan... Belki de babamla beraber rakı içiyorlardır şimdi :)

BULUŞMAK ÜZERE
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım

11 Ağustos 2011 Perşembe

Bir başka Ece'den...

Bugün Habertürk'te Ece Temelkuran'ın "Yağmur Mektubu" adlı yazısını okuyun derim..
Çok içten.. güzel bir yazı.. bugünkü İstanbul havasına da gayet uygun...
Düşündüm de sanırsam hayatımın her evresinde sevdiğim adamlara mektuplar yazdım ama işin garibi, ben bunların çoğunu hiç yolla(ya)madım...
Neyse.. sizlerle de bu yazıyı paylaşmak istedim..
Buyrun bakalım...

http://www.haberturk.com/yasam/haber/657927-yagmur-mektubu

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Eskilerden...

daldaki yaprak farklı yaşar yalnızlığı
yerdeki başka...
yağmur başka dokunur daldakine
güneş başka bakar yerdekine...
ben de düşmüştüm
yüreğinden düşerken ölmüştüm
yerde farklıydı artık yağmur...
ve üşütüyordu güneş... 

Kasım 2007

İstanbul

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Mola...

Bu ara hiç yazasım/karalayasım yok...
Perşembe vücut patlayıp da alarm verince ve haftasonu beyin de su kaynatınca biraz ara vermek şart oldu...
Levet Tülek'in twitter'da paylaştığı bir sözü ben de burda ondan alıntı yaparak paylaşayım :  "Ben bilmem beyin bilir" :)
Eee haliyle beynin bir bildiği vardır deyip kendisi durulana kadar biraz mola verelim..
Belki eski yazılar ve şiirler paylaşırım.. belki..
Haydi kalın sağlıcakla...

2 Ağustos 2011 Salı

Göbekspor!

Türk milletinin aslında yapacağı sporda kuracağı klübün adı bu olmalı :)

Bugün bir arkadaşımla konuşurken öyle bir cümle kurdum ki yine tam bizi tanımlıyor: "Yediğimiz içtiğimiz yanımıza göbeğimize kâr kalsın" :)))) 

Yattığımız yerden herşeyi yapmak isteriz.. Eee aslan da yattığı yerden belli olur malum:) 

Ne kadar (az) ekmek, o kadar (çok) köfte aslında bizim milletimizin istediği. Bu parantez içindeki iki kelime cümleyi nasıl da değiştiriyor değil mi?  Hayatı da böyle 2 kelime ile değiştirmek isteriz.. hatta herşeyi :) 

Türküz.. sapına kadar... 


Tamam haklı belki milletim, sistem buna itiyor bizi sırtımızdan.. Patronumuzu görüyoruz, hiçbirşey yapmıyor bizden 3 kat para alıyor; arkadaşlarımıza bakıyoruz, babası zengin şirketinde çalışıyor(muş gibi yapıyor) ve keyfekeder bir hayatı var; gayrimenkul zengini insanlar gündüz alışveriş merkezlerinde fink atıyor; futbolcular (ayrı bir kategori zaten); birden şöhret olmuş yeteneksiz insanlar vs vs diyoruz... ooo bir elleri yağda bir elleri balda... Zamanının iyi topçuları (kime göre), sporu bırakınca göbek bağlamış yorumculuk yapıyorlar, hem de senin ömründe emekli olana kadar göremeyeceğin paraya.. Diğer branşlar zaten önemsiz, emekle(yerek) sürünen sporcular var o ayrı...ne gerek var zaten bu konulara girmeye... 

Neyse eeee bu tip insanları görünce, istiyor insan.. Canı çekiyor yahu.. Bir Göbekspor kurayım da ben de katılayım kervana diyor.. Haksız mı.. Can bu çeker :) Ağzı sulanır milletimin.. Emeksiz yemeğe sulanır.. Akar ağzı şapur şupur!!!

"Hayat sana güzel" dese keşke arkadaşları diye hayal kurar milletim insanı.. Eee bu kafada olunca, her yol mübah modunda (Özal sağolsun) yetiştirilmiş milletimin hakkıdır, hakkıdır Göbekspor!

Bu manıtkla neler yapmaz ki milletim insanı?

O zaman : 

Her zaman
Her yerde 
En büyük 
Göbek!!!!!

Hakkımda

Fotoğrafım
55...Hayalperest...Invisible hand'e inanmayan bir İktisatçı...Pinponcu... Sarı... Kırmızı... Arada da çelişki duvarına işiyor...