17 Ağustos 2011 Çarşamba

Paris'ten yazılmış küçük bir hikaye*

Metrodayım.. Saat gece 12'yi geçmiş.. Yalnızlığın yalın halinde, metronun camına kafamı yasladım ve daldım düşüncelere. Garip ama güzel bir metafor geldi aklıma... birden.. Bunu unutmamalıyım, bir kenara yazayım dedim ama sonra düşündüm ki yanımda ne kağıt var ne de kalem. Bu kafayla direk unuturum zaten.. Yazık... Bir metafor daha yazılmadan ölmüş oldu...

Hiçbir zaman bacakların birbirine değmeden oturul(a)madığı, asık suratların kesiştiği, karşılıklı dörtlü koltukların ters istikamete bakan tarafının sağındaki koltukta oturuyorum. Metroda ters oturduğumda hep geçmişime doğru gidiyormuşum gibi eskilere dalıyorum... Alegorik... Karşımdakiler kitap okuyor. Saatler 00.30'u vurduğunda... Eee malum içmediler benim gibi herhalde dedim; ağızlarında ucuz şarabın tadı, uyuşuk bir beyin, yarına çoktan uyanıp aklın dünde kalması gibi çelişkileri yok ki diye düşündüm.

Hat değiştirip son hedefe doğru yöneldiğimde bir an önce odama varma isteği, uyku haliyle karışmıştı. Yarın sabah iyi bir iş (kime ve neye göre) bulma amacı için yapıyor olduğum "master"ın son derslerinden biri var.. Sabah 9'da... Bıkmışlığın son demlerinde kafamda once soru(n)..."Gel-git"lerim tuttu yine.. Gitmeliyim... Gitmemeliyim... Gel-gitler.. Bunları düşünürken metro durdu birden iki durak arasında... Aynı benim gibi.. Arafta... Saat 00.40!. Dün Madrid'de metroda patlayan bombalar aklıma geldi birden... Bu yaşananlar bende metrodan uzak durma isteği yaratsa da, metroya bindiğimdeki heyecan da hoşuma gidiyordu aslında.
Kan kırmızısı...
3 ay öncesi...karmaşa...
Uzak...lık... hissi...
Bilek...
Derken tıkış tıkış kalabalık içersinde birinin bana çarpması ile kendime geldim.. Bir de baktım ki gelmişiz. Kalabalığın içinden tereyağından kıl çeker gibi kendimi sıyırdım başkalarından.. Keşke kalabalıktan sıyrılır gibi düşüncelerimden de sıyrılabilsem öyle birkaç adımda dedim. Manevra yaparak, kimsenin ayağına basmadan, pardon diyerek, kimseyi üzmeyerek, kapılar kapanmadan, geç kalmadan... Keşke çıkabilsem bu pis düşüncelerimden de metrodan çıktığım gibi... Keşke...

Paris'e geleli 6 ay olmuş... Tüketim toplumlarının müthiş zaman tüketimi beynimde yaşamı bir uğultu olarak algılamama sebep olmuş. Zaman, mekanı da beni de (u)yutmuş. Sadece kendini şımartmış.

Elimde boşluk hissi var...
Avuçlarda yitirilen tenler... "Gitme"ler.. Hali hazırda poşetinde son kullanma tarihleri yakın olan bedenler, dost kalmak isteyen küçük beyinli eğreti sevgililer... Her ilişkide yaşanmamışlık ve bitmişlik hissi, nasılsa gidecekler, hiç gelmemişler, birden geri çekilmeler, korkular, ağlamalar, rüyalar, rüyalardan kan ter içinde uyanmalar ama aslında hep rüyaların içinde olmalar...
Peşpeşe içilen tekila gibi hayalkırıklıkları.. sek... yaşamın limon ekşiliği ve buna tuz eken son sevgili...
Uyuşan beyin..
Ee zaten hep uyuşuk artık beyin...

Kahpe İstanbul'u düşündüm sonra bir an.. Özledim mi? Bilmiyorum... Paris'te mutlu muyum peki? Sanki hayır... Ama dönemem de şimdi geri.. Düşüncelerim çok ıslak İstanbul için... durulmuyor.. kurutamıyorum... üşütüyor haliyle bir süre sonra ama dönemem... Paris'in fakir zenginliği, İstanbul'un zengin fakirliğine tercih ediliyor.. Aslında burda insanlar o kadar bencil ki... Burda herşey poşette.. hazır.. tüketilmeyi bekliyor.. hemen.. vakit kaybetmeden... emeksiz... sistem kölesi olmuş herşey... Hali hazırda poşetlerinde duran tüketilmek üzere elde edilmiş sevgililer de "hazır". Birden farkettim ki aşklarımın üzerinde de şu tarihten önce tüketilmelidir yazıyor(muş) hep... 1 ay sonra midemi bozacak aşklar yaşamışım yıllarca? Garip...  

Tüketimi tüketmenin kelime sarhoşluğuna içeyim odama gidince bir kadeh daha...

Metrodan çıktım. Ama Paris metrosunun o iğrenç sidik kokusu içtiğim şarapla birleşince içimdeki kötülükler dışa çıktı.. Yurttaki odama girer girmez... Kırmızı... Akan şarap... Kan gibi...

1 kadeh daha koydum.. ama bardağı alıp fırlatasım geldi duvara.. Telefonu kapattım... İlk kez... Belki arar diye açık bırakılan, her çalışında heyecanlandıran telefon ilk kez kapalı... Duvardaki Çığlık resmini, İstanbul karelerini ve onun fotoğrafını yırtmaya başladım.. Dolaptaki yarım şişe şarabı tekrar elime almaya çalışırken yere düşürdüm.. Kırmızı.. yerler.. kan kırmızısı.. kan kokusunu özledim... Dört duvar.. resimler.. kırmızı... ilaçlar.. kan kokusu... kırmızı ilaçlar...

Herkesin duyduğu ama aslında kimsenin dinlemediği, hüzünlü bir şarkıyım Paris metrosunda... sadece tek bir vagonda dinlenen ve artık sözleri olmayan...


Mart 2004
Paris

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hakkımda

Fotoğrafım
55...Hayalperest...Invisible hand'e inanmayan bir İktisatçı...Pinponcu... Sarı... Kırmızı... Arada da çelişki duvarına işiyor...